28 Kasım 2014 Cuma

Kadıköy'de Bir Cumartesi



Kadıköy'de Bir Cumartesi


Sabahın erken saatlerinde uyandınız ve günü evde geçirmek istemiyorsunuz. Öyleyse haydi dışarı! Yaşadığımız şehir öyle çok alternatifi içerisinde barındırıyor ki, yalnızca bir semtte bile yapılacak bir sürü şey bulunabilir. Bugün yine Kadıköy'deyiz. Sabahtan akşama dek gidilecek bir dolu yer, tadılacak onlarca lezzet var...

TOMATİTO

Sabah erkenden uyanıp, kendimi Moda sokaklarına atıyorum. Sol yanda küçücük bi' yer. Ufak masaları, masaların üzerinde kırmızı beyaz pötikareli örtüler ve açık mutfağıyla Tomatito... Uzun süredir aklımdaydı menemenini denemek. Yazın gitmiş olduğum ve bana gerçek bir lezzet şöleni yaşatan Samsun Çakallı'daki menemen, ayağımıza kadar gelmiş meğer. Burada da Çakallı olarak adlandırılan bu lezzetli menemen, muhlama peyniri ve özel Vakfıkebir tereyağı ile yapılıyor. İstanbul'da çeşitli yerlerde yediğim menemenleri gölgede bırakacak güzellikte. Dilerseniz yanına kahvaltı tabağı da söyleyebilirsiniz, tabakta klasik taze çeşitler mevcut; ancak Çakallı öyle doyurucu ki başka bişey yemeye yer kalmayacağının garantisini verebilirim:)

Tomatito'da menü oldukça geniş, birçok seçenek var; ama meşhur olan ve tadılması gerektiğini düşündüğüm yemekler, falafel ve sebzeli noodle. Öğlen ya da akşam saatleri içerisinde özellikle bol malzemeli leziz noodle'ı denemenizi öneririm. Muhakkak gelin ! 


                            Buranın bana anımsattığı şarkı;  Oi Va Voi- I Know What You Are 
      
                                            http://www.youtube.com/watch?v=u-kBcsY4pmk



Fazlaca yedik, biraz yürüyelim derseniz şayet, Kadıköy Yeldeğirmeni Mahallesi'ne gitmenizi öneririm. Özellikle haftasonları rahatsız edici boyutlara ulaşan kalabalıktan kaçıp, boş sokaklarda yürümek epey keyifli geldi bana, kendimi dinleme fırsatı buldum. Burayı Balat'a benzettim. Orada da aynı ıssızlık içinde, aynı huzuru hissedebilirsiniz çünkü. Üstelik Yel Değirmeni Mahallesi, son zamanlarda var olan mahalleyi geliştirme projeleri sonucu kocaman bir sergi alanını anımsatmaya başlamış.

Apartman duvarları tuval gibi, her birinde etkileyici resimler mevcut. Ben vay canına demekten yürüyemedim açıkçası:) Dünyanın farklı yerlerinden gelen başarılı duvar sanatçıları, daha önce gerçekleşmiş olan Mural-İst Festivali kapsamında bina cephelerini bütünüyle boyayarak, bu sessiz mahalleyi bir sanat üssüne dönüştürmüşler. Yürümekten yorulursanız da her daim taze demleme çayı, günlük çıkan ürünleri ve mis gibi kahvaltısıyla Kabuk Cafe, mahallede sizi bekliyor :) 



BUBADA

Genelde insanlar öğlen öğününü atlar, bu sebeptendir ki zayıf kalıyorlar. Bense bunu yapmayı beceremiyorum doğrusu ve o gün de öğlen saatlerimi, kısa sürede sandviçleriyle ünlü olan bu yepyeni mekanda geçirmeyi uygun görüyorum. Samimi işletmecisi, şirin dekorasyonu ve girdiğimiz an gözümüze çarpan iştah açıcı tatlılarıyla bu yer kendini ilk anda sevdiriyor zaten. Bir duvarda kocaman bir tahta üzerinde yazılar, diğer duvarda ise modern süsler dikkat çekiyor, 4-5 masalık Bubada'da. 


Menüyü açıyoruz ve buraya daha sık gelineceğini anlamamız uzun sürmüyor. İçerisinde bir sürü malzeme olan çeşit çeşit club sandviçleri hamburgerler ve quesaddillalar var, hem de yanında doyurucu miktarda patatesle servis ediliyor. Sabah kahvaltıya geldiğinizde ise, ekşi mayalı ekmek üzerine göz yumurtalı farklı çeşitlerden oluşan sandviç çeşitleri de mevcut. Malzemeler büyük bir özenle seçildiği gibi, vejeteryanlar da unutulmamış. Ben tavuklu quesadillayı deniyorum, peynir ve biberle lezzetlendirilmiş, gerçekten harika. Bitmedi! Yemeğin ardından tatlı yemek isterseniz, cookieler, tartlar da çok taze ve leziz. Bu taze mekanı muhakkak deneyin derim! 



                             Buranın bana anımsattığı şarkı;  Nouvelle Vague-Dance with Me

                                          http://www.youtube.com/watch?v=KitcvxK9bzU



DÜKKANTERE 

Akşamüstü oldu, çay kahve vakti! Boğadan yukarı çıkarken, ilk solda sanatkarlar sokağı. Son zamanlarda bir sürü yeni yer açıldı burada, hepsi de uzun uzun vakit geçirebilinecek şirin mekanlar. Tüm bu yerlerin arasında 3 ay önce sessiz sedasız açılmış, kaçırdığıma şaşırdığım bi' yer, Dükkantere... 

Rengarenk bir iç bölümü var, oturmak için çok fazla alan yok; ancak boyoz için üşümeye değer diyerek dışarıya oturuyoruz. Evet yanlış yazmadım, İzmir'in en meşhuru boyoz burada! Benim için oldukça sevindirici bir keşif oluyor haliyle, İzmir'li değilim; ama boyoza bayılıyorum. Boyoz, haşlanmış yumurta ve tulum peynirinden oluşan ufak tabak da beni oldukça mutlu ediyor. Bunun dışında muffin, kek gibi çeşitler de var. Buraya daha çok akşamüstü bişeyler içmeye gelmeniz mümkün. Türk kahvesi içerseniz, kahveleriniz kendi adınızın yazdığı, şık bardaklarda geliyor. 

Tüm bunların yanısıra Dükkantere'de kendi tasarımları olan bir sürü ürün satılıyor. Özellikle bekarlığa veda, düğün, nişan, doğumgünü konseptinde kişiye özel, esprili ve oldukça şirin şeyler bulabilirsiniz. Siz de özel olarak sipariş verebiliyor, kendi fikirlerinizi de yansıtabiliyorsunuz. Gördüğüm en tatlı dükkanlardan biri Dükkantere, uğrayın ! :) 


                            Buranın bana anımsattığı şarkı; Monica Molina-Pequeno Fado 

     
                                         http://www.youtube.com/watch?v=94PG6V3-sNg



Günü güzel bi' filmle ya da oyunla kapatmaya ne dersiniz? Kadıköy'ün yeni sahnesi, Moda Sahnesi'nde Mert Fırat'ın oynadığı, ''Bütün Çılgınlar Sever Beni'' adlı oyunu izleyebilirsiniz. Ayrıca burada film de izlenebiliyor. Yönetmen Melisa Önel'in ilk uzun metraj filmi Kumun Tadı'nı veya Tim Winton'un kısa öykülerinden yola çıkılarak çekilmiş olan, kısa filmlerden oluşan filmi de seyredebilirsiniz. İlle de vizyondaki, bilinen filmler diyorsanız, rotanızı Rexx sinemasına çevirip, kitabını oldukça severek okuduğum Uygar Şirin'in aynı adlı romanından uyarlanan, Karışık Kaset'i ya da Keanu Reeves'in başrolü üstlendiği, eski bir kiralık katili canlandırdığı John Wick adlı filmi de izleyebilirsiniz. 


Güzel bir gün olsun !  :) 






              






13 Kasım 2014 Perşembe

Eminönü'nde Turistik Gün :)

  Eminönü'nde Turistik Gün :)

İstanbul'un taşı, toprağı hakikaten altın. Her semt ayrı bir hikaye, ayrı bir vaha; ama hepsinden öte en çok tarihle örtüştürdüğüm, oralardayken iyi ki bu şehirde yaşıyorum dedirten bir siluete sahip semt de Eminönü'dür. Kalabalıklığı, karışıklığı gürültüsüyle yorar; ancak biraz yürüyünce sokaklarında eski İstanbul kokusu gelir burnumuza. Bu şehirde en dertsiz ve şanslı insanlar turistler, hiçbir şeyin farkında olmaksızın, şehrin yalnızca güzel yanlarını görüyorlar. Ben de o gün turist gibi hissetmek istiyorum ve Eminönü'nde buluyorum kendimi...


Pandeli Restaurant 

O gün, adını daha önce defalarca duymuş olduğum, Mısır Çarşısı'nda bulunan Pandeli'ye gitmeye karar veriyorum. Adını sürekli duymam oldukça doğal çünkü 100 yıllık bir tarih yatıyor burada. 1901'de açılan bu tarihi restaurant, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, birçok önemli şahsı ağırlamış bi' yer. Geniş anlamda İstanbul mutfağına yer verilmiş menüde. Leziz bir seçenek skalası bizi bekliyor. Mısır Çarşısı'ndan girdiğinizde soldaki daracık merdivenlerden yukarı çıkıyoruz, duvarlardaki masmavi çinileri, bordo halılar, bayıldığım yüksek tavanlar ve bir tarafı Mısır Çarşısı'nın içini, diğer tarafı ise denizİ ve Eminönü'nü manzara edinen minik pencereleriyle Pandeli, bir tarihe tanıklık ettiğini gösteriyor. Mekanın akşamları servisi yok, bu sebeptendir ki öğlenleri oldukça dolu oluyor. Rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Biz yaptırmadık ve uzun bir bekleyiş sürecimiz oldu. Bu kalabalıkta turistlerin etkisi de çok fazla pek tabi ki. Şehrin lezzetlerini burada denemeyi uygun görmüşler ve belli ki bizden çook önce burayı keşfetmişler. 


Ne yediğimize gelecek olursak; Biz yoğurtlu kebap ve karışık zeytinyağlı tabağını tercih ettik. Denemedik; ancak patlıcanlı böreği ve tandırı en leziz, meşhur yemekler arasında sayılmakta. Yediklerimiz çok lezzetli ve farklıydı, özellikle zeytinyağlı dolma gerek tadı, gerekse şekliyle klasik bir dolma gibi değildi. Bu yemeklerden sonra tatlı yemeden olmaz diyorsanız şayet; meşhur badem kurabiyelerinden denemeniz mümkün. 100 yıllık bu tarihi mekanı gelip görmenizi ve enfes yemeklerinden tatmanızı şiddetle öneririm! :) 


Buranın bana anımsattığı şarkı ; İncesaz- Mazi Kalbimde Bir Yaradır 

 http://www.youtube.com/watch?v=awj7HU3jc6w



CoffeeTopia 

Eminönü deyince benim aklıma daha çok türk kahvesi satan yerler, nargileciler ve minik kahvehaneler gelirdi; ancak yanılmışım. Örneklerini Karaköy ve Kadıköy gibi semtlerde fazlaca gördüğümüz 3.dalga kahvecilerden birisi de artık buraya demir atmış, üstelik oldukça başarılı. Kahve konusunda çok bilgililer ve titizlikle seçilmiş çeşitler var burada. Kahve çeşitlerinde iddialı oldukları kadar, tatlılarıyla da ön plana çıkmaktalar. Tatlılar ev yapımı, doğal. Zaten frambuazlı cheesecaketen tattığımda neden özellikle bunu dile getirdiklerini anlıyorum, lezzeti bi' harika. Tüm bunların yanısıra sandviç, kruvasan gibi çeşitler de mevcut, Bir sabahınızı benim gibi kahve kruvasan eşliğinde burada yaşayabilirsiniz. Eminönü, koşuşturmalar, gürültüler eşliğinde yaşam telaşına düşerken, burası tam tersine insana sakinlik veriyor. 



Çoğu mekanda gördüğüm ve beğendiğim yerleri süsleyen karolar, burada masaların üzerinde dekoratif bi öğe olarak karşımıza çıkıyor. Kahveleri servis ettikleri kıpkırmızı kupalarsa çok hoşum gitti. Yolu düşen uğrasın derim !  

                                Buranın bana anımsattığı şarkı ; Porcupine Tree- Trains 

                                  http://www.youtube.com/watch?v=Ea3uxOzPzV4 


Eh madem bu kadar yedik ve oturduk, kalkalım da ufak bir yürüyüş yapalım diyoruz. Galata Köprüsü'nü yürüye yürüye geçiyoruz. Kuşlar, balık tutan insan güruhu, enfes manzara ve Galata Kulesi de eşlik ediyor bize. Hep derim ya başka güzel bu şehir ! 


Fotoğraf: Robin's- Duo Hotel

                 Ibrahim Maalouf - True Sorry;



    http://www.youtube.com/watch?v=HXzv7P7qGdM








11 Kasım 2014 Salı

Yıldız Alpar Bale Okulu

Bir ömrün hikayesi ne bu satırlara ne de o küçücük odaya sığar.. Hep çabalayarak, bir adım öteye taşımaya çalışarak ve adım adım bir emek serüveni bu. Yıldız Alpar Bale Okulu... Yıldız Alpar'ın "Hekim olsam reçeteme bale yazardım" sözlerinden de anlayabileceğimiz gibi; her şeye çözüm, tedavi ve mutluluk kaynağı bale O'nun ve bu düşünceyi aşıladığı biz öğrencileri için. Hatırlıyorum, ufacıktım.. O gün annem, işi olduğunu ve beni baleye götüremeyeceğini söyledi, ona ''ben balede iyi oluyorum'' demiştim çocuk aklımla. Öyle bir aşılanmıştı o aidiyet hissi. Okul küçük bedenlerimize ikinci bir ev, ikinci bir aile olmuştu adeta. Disiplini ders sırasında uyulması gereken kurallardan, çabayı ve sabrı saatler süren provalardan, düşüp düşüp yeniden kalkabilmeyi, hareketleri bin kez deneyip yapamamak ve en sonunda başarabilmekten öğrendik ve tüm bu öğrendiklerimizi hayatımızın her alanına, anına yayarak geliştirdik kendimizi. Gösteri günlerinde, özellikle sahneye çıkmadan önceki son dakika midemize giren kelebek etkisi, ilk aşk gibiydi. Dostluk desen 5 yaşındayken öğrendik, beraber hareket etmeyi gördük. Bundandır ki hala görüştüğümüzde gözlerimizin içine bakar, birbirimizden vazgeçemeyiz. Bebekliğimiz, çocukluğumuz ve gençliğimiziz çünkü, nasıl vazgeçelim? 


Kadıköy'de Rexx sinemasının hemen üst katında bizim ikinci ev, çocukken daha da küçük hissettiren yüksek tavanı, koca aynalarla kaplı salonu, dev kolonları, yanıbaşında minicik bir oda...içinde koca koca anılar... 




Yıldız Alpar Emiroğlu, 1931 yılında İstanbul'da doğmuş olup; Konservatuvarı'da Lidya Krassa Arzumanova yönetiminde açılmış olan bale bölümünde eğitim almıştır. Hak kazandığı özel bursla Fransa'ya gittiğinde Paris Opera ve Balesi'nde yüksek ihtisas bale kurslarına devam ederek başarıyla mezun olmuştur ve 1952'de Türkiye'ye gelerek Taksim'de ülkemizin ilk özel bale okulu olan Yıldız Alpar Bale Okulu'nu açmıştır. Henüz Türkiye'de sanatsal gelişimler söz konusu olmamışken, büyük bir çaba ile 1953 yılında ilk kişisel bale resitalini vermiştir. 1992'de İngiliz Kraliyet Dans Akademisi tarafından baleye katkı ve başarılarından dolayı Özel Onur Ödülü'ne layık görülmüştür. Yıldız Alpar anlatmakla bitmez. Koca bir ömür, büyük bir başarı hikayesi. Merdivenleri çıkarken artık yorgun hissediyor belki; ama o merdivenlerde bile emeğinin olduğunu görmek, bu kadar insanın hayatına dokunmak o yorgunluğu hafifletiyor olmalı diye düşünüyorum. 



1952'de Taksim'de başlayan bu serüven, 1964 yılından itibaren Kadıköy'de devam etmiştir. Yıldız Alpar Bale Okulu 1952 yılından beri, M.E.B'e bağlı olarak eğitim vermekte olup, ülkemizdeki ilk özel bale okulu ünvanına sahiptir. 4 yaşından itibaren başlanabilecek bu eğitim, 9 sene boyunca devam eder. Mezuniyet belgesini almaya hak kazanan öğrenciler sonrasında bu sertifikalarıyla bale öğretmenliği yapabilmektedirler. Ayrıca Royal Academy of Dancing'ten iki yılda bir yapılan sınavlar sonucunda sertifikalar alınmaktadır. Benim de öğretmenim olan, yıllarca baleyi bize sevdiren ve bale okulunun bu günlere gelişinde en büyük emeği sarfeden Oya Karanis ve Aylin Kalem'le birlikte birçok eğitmen ve koreograf da okulda eğitim vermiş olup; yıl sonu gösterilerimizde de çeşitli danslarla katkıda bulunmuşlardır. Ayrıca bu yola beraber çıktığım dostlarım, Öykü Menşan ve Pınar Özer de okulda eğitmenlik görevlerini başarıyla ifa etmektedirler. Bale konusundaki titizliklerinin yanısıra farklı dans türlerine de önem veren Yıldız Alpar Bale Okulu'nda flamenko, Jimnastik, modern dans gibi kurslar da mevcuttur. Son zamanlarda söz konusu olan gelişmelere gelecek olursam, artık yetişkinler için de bale dersi verilmekte, iş işten geçti diye düşünmeyin :)  Yıldız Alpar Bale Okulu'nu anlatmaya çalıştım; ama ilk cümleme dönecek olursak bu ömrü, bu emeği bu satırlara indirgemek zor... Sığdırmak daha da zor... Nice nice senelerde var olman dileğiyle Yıldız Alpar Bale Okulu! 








2 Kasım 2014 Pazar

Noir Pit...




Hani tatile gittiğinizde, başka bir ülkenin herhangi bir şehrinde, gün boyu uzun uzun yürürsünüz de üzerinize yorgunluk çöker, işte tam da bu anlarda kahve içip bişeyler atıştırabileceğiniz bi' yer bulup, orada soluklanırsınız. Bana bunu hissettiren yepyeni bir durak buldum, kasvetli havadan nasibini almış pazar gününde... Şişhane'de taze bir soluk, Noir Pit...



Şişhane metrosundan inince, Miss Pizza'dan gelen mis gibi kokuları zorlukla es geçip yürüdüm, sağ tarafta çok sevdiğim Gram'ın biraz gerisinde karşılaştık Noir Pit'le. Noir Pit; kahve durağı demek oluyormuş. Burası uğrak bir nokta olacak gibi görünen bi' kahve durağı hakikaten, hatta çevrede oturanlanların ve turistlerin ilgisini çoktan çekmiş gibiydi. Girdiğim an başka şehirdeymişim hissini verdi bana. Koca vitrin içersinde leziz görüntülü tatlı çeşitleri, irili ufaklı sandviçler ve atıştırmalıklar sergilenmekteydi ve self servis şeklinde hizmet veriliyordu. Latte ve frambuazlı cheese cake alıp, köşeye kuruldum. İkisi de oldukça lezzetliydi. 

Dekorasyondan bahsedecek olursam; bana oldukça ilginç gelen duvar resimleri, tavandan sarkan uzun sarı avize ve satılmak üzere nişlere koyulmuş bardak ve termoslar oldukça orjinaldi. Bardak satın aldığınızda içinde özel kahvelerinden de veriyorlar. Mekanda ufacık bi' asma kat var ve bu katta duvara asılmış şapkalar satılıyor. Çok zevkli şapkalar olduğunu söyleyebilirim. 
Soğuk kış günlerinde bu asma katta oturup, Meşrutiyet Caddesi'nde olup biteni izlemek oldukça keyifli olacak gibi görünüyor. Gelin derim :) 


Buranın bana anımsattığı şarkı; Lhasa De Sela- Small Song 


              http://www.youtube.com/watch?v=r5qtxrUIwGE




28 Ekim 2014 Salı

Yine Kadıköy, Yeni Üç Yer ...


Birkaç kez daha söylemiş olduğum gibi, Kadıköy'deki dönüşümden oldukça rahatsızım. Bir sürü yer açılıyor, Kadıköy'ü de eğlence ve gece hayatının merkezi olarak konumlandırmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Tüm bu değişim vesvesesine rağmen, bazı yeniler semtin ruhuna oldukça uygun, değişmeyi değil yerleşmeyi öngörüyorlar. Hepsinden öte, çarşıdan girip balıkçıların arasından yukarı doğru yürürken, gürültülere kulak verip Moda'ya doğru çıkarken hep aynı huzuru içimde duyumsuyorum. Şimdi bahsedeceğim yerleri son zamanlarda keşfettim. Anadolu yakası insanları, kahvaltı veya kahve içmek için karşıya geçmeyi boşverin, Kadıköy bize yeter ! :)


NAGA PUTRİKA 


Moda'da yıllardır var olan, dakikalarca sıra beklememizi gerektiren ve her seferinde aslında çok da lezzetli bulamadığım Moda Van Kahvaltıcısı'nın hemen yanında ufacık bir dükkan... Keşiflere doyamayan, kahvaltı öğününe bayılan ben, yeni bir günü burada açıyorum. İşin aslı yandaki sıra bizi buraya itiyor, iyi ki de öyle oluyor. 

Kahvaltıya gittiğimde bir yerin ne kadar bu işin üzerine titizlendiğini peynirlerinden anlayabilirsiniz. Naga Putrika'da peynirler bir harika, özel olarak getirtiliyorlar. Diğer ürünler de aynı şekilde. Bal isterseniz, size muhakkak hangi çeşit olduğunu soracaklardır çünü farklı şehirlerden gelme 3 çeşit bal var burada. Peynirlerin bir kısmı Kars'tan, tereyağı Karadeniz'den, Hatay'dan, Ege'den, kısacası tüm ürünlerde yerel üretimi de destekleyecek şekilde başka şehirlerden getirilmiş olma durumu söz konusu. Özellikle de kadın üreticilerden aldıkları söyleniyor. Zaten Naga Putrika, hintçede dağın kızı anlamına geliyor ve Ganj Nehri kenarında tarım yapan kadınların bereketinden dolayı Ganj Nehri'ne verdikleri isimmiş aynı zamanda. Sanırım kadın üreticilerin verimi de etkiliyor Naga Putrika'yı. 

Burada serpme kahvaltı şeklinde menüler var ve iki kişilikler, hangisini seçmiş olursanız içerisinde belli başlı ürünler geliyor. Söğütçük, Zuğa, Çiçekdağı gibi isimlendirilmeleri var. Mesela Karadeniz mutfağına düşkünseniz, Zuğa'yı seçebilir, muhlama ve kestane balı gibi seçenekleri deneyebilirsiniz. Menülerden tercih etmek istemiyorsanız da, tek tek sipariş de verebilirsiniz. Beyaz peynirli menemen delisi ben, o kocaman porsiyonla bir günlük doydum diyebilirim. Pişisi, boşnak böreği de oldukça lezzetli; ama benim favorim kremalı patates oldu sanırım. Ürünler gerçekten çok taze ve leziz. Her şeyden önemlisi, inanılmaz güleryüzlü ve yardımcı olmaya çalışan personelleri var. Bence gidip deneyin, keyifli bir sabah günün geri kalanı için önemlidir :) 


Buranın bana anımsattığı şarkı; Air-Alone İn Kyoto 

http://www.youtube.com/watch?v=XUjAtYQkFm8



MONA CAFE MODA


Moda'nın tam göbeğinde Starbucks ve Kahve Dünyası'nın hemen karşısında Mona! Yepyeni, ufak bir mekan. Ben gittiğimde karşısındaki yerler doluydu, Mona'da ise bir iki kişi vardı yalnızca, bence şu zincir kahvecileri bir kenara bırakıp, bu tip küçük, sevimli, tarzı olan mekanları tercih etmek çok daha iyi ; yine de tercih sizin tabi... Ben Mona'da uzun saatler geçirdim, ilk olarak söyleyebileceğim şu ki; ben yoruldum, shazam uygulaması yoruldu; ancak onlar güzel müzikleri, şarkıları ardı ardına çalmaktan yorulmadılar. O kadar güzeldi ki bir şarkı, bir şarkı daha derken saatlerin nasıl geçtiğini anlayamadım diyebilirim. 


Mekanın dekorasyonu oldukça hoş, yerdeki modern karolar, sarı-siyah sandalyeler, minik tablolar...daimi güleryüz de cabası. Kahveler de oldukça lezzetliydi. Klasik olan tüm kahve çeşitleri mevcut olup; asıl iyi tarafı ise taze demlenmiş çayın sürekli var olmasıydı. Sunumları da mekana yaraşır güzellikteydi. Kalabalıktan kaçıp, sakin bir Moda günü geçirmek istiyorsanız, Moda'nın yeni sakini Mona bunun için çok uygun gözüküyor! 


Buranın bana anımsattığı şarkı; Aydio-Golden Age 

http://www.youtube.com/watch?v=QFsUl0Wlsp4




DÖRT KADIKÖY


Eski Belfast'tin olduğu sokağın az ilerisinden sağa girince, hemen sağda Dört Kadıköy, dikkat çekici bir tabelaya sahip, dönüp bakmamak imkansız. Yemekten sonra tatlı yeme isteğiyle giriyorum mekana. Vanilyalı dondurma ve bol bol çikolata sosuyla servis ettikleri browni, yanına da bol sütlü bir latte, harika bir ikili şeklinde kilolarıma katkı olarak mutlu ediyor beni :) 

Özellikle Espresso olmak üzere, tüm kahve çeşitlerine iddialılar. Çay çeşitleri de mevcut. Açsanız şayet; Naan'dan (http://www.themagger.com/naan-bakeshop-moda/) alınmış olan ekşi mayalı ekmeklerle yapılmış olan beyaz peynir ve zeytin ezmeli tost oldukça lezzetli. Yanında acukayla servis ediliyor. Belli bir zaman sonunda menüde yepyeni sandviçlerin de olacağını söylüyorlar, sevindirici bir haber. 



Ortam oldukça sıcaki şık bir tasarımı var üstelik. Özellikle tavandan aşağıya kadar inen lambalar, tahta büyük bir set şeklindeki büyük masa dikkatimi çekiyor. Bu masada uzun kalabalık sohbetler mümkün. Ferahlık veren yüksek tavanı da cabası. Bu kadarla da kalmıyor, mekanın bir diğer güzel özelliği, bisiklet dostu oluşu. Bisikletiyle gelen misafirlere yüzde yirmi indirim yapıyorlar. Cafedeki kocaman tatlı köpek, Orko da varlığıyla beni mutlu ediyor. Uğrayın derim :) 


Buranın bana anımsattığı şarkı; Glass Animals- Hazey 

http://www.youtube.com/watch?v=nOHEuhJf7nA








15 Ekim 2014 Çarşamba

Kuruçeşme-Yeniköy hattında bir gün...:)



İnsanoğlu kuş misali. Ben Kadıköy'de, Karaköy'de zaman geçirip, devamlı oraları anlatadururken, bir de baktım Kuruçeşme-Yeniköy hattında seyredalmışım güzel İstanbul'u ve koca günü orada eritivermişim...


ANY İSTANBUL

Cemal Süreya, kahvaltının mutlulukla bir ilgisinin olduğunu dile getirirken haklıydı, siz de bu düşüncede misiniz bilemem; ama bildiğim bişey var ki, çoğu akşam ben ve yakın çevremin aklında tek bir cümle oluyor. ''Sabah olsa da kahvaltı etsek'' :) Bu bizim oburluğumuzdan da olabilir, uzun uzun sohbetler ederek keyif yapmayı sevdiğimizden de.

Hayatımın her alanına hakim olan düşüncemse çok açık; Az çoktur aslında. Bu yüzden kahvaltı öğününde yiyebileceğim tüm besinlerin bulunduğu bir açık büfe yerine daha ufak bir tabakta, hoş bir sunum eşliğinde verilecek taze kahvaltılıkları tercih ederim. Hele o gittiğim yer kalabalıkla boğuşan bi' yer değilse, değmeyin keyfime. 

Arnavutköy, sakin sokakları, eski köşk evleri ve sonsuz huzuruyla bana gideceğimiz yeri seçme konusunda büyük bi' kolaylık sağladı. Son aylarda açılmış olan ve kahvaltısının methini duyduğum, aynı zamanda gelecek günlerde akşam yemeğine de gideceğim Any İstanbul'la tanışmamız da bu şekilde oldu. Oldukça eski bir evin altına konuşlanmış ANY. Oturduğumuz yerde ufacık da olsa deniz manzaramız vardı. Bayram tatili olmasına rağmen, insan yığını olmadığı için de ayrı bir mutlu olduk. İki kişilik kahvaltı sipariş ettik ve beklemeye koyulduk. İki kişilik kahvaltıda, peynir çeşitleri, avakado ve mozarellalı salataların yanı sıra; reçel, zeytin, acuka ve nutella gibi klasiklere de yer verilmiş olup; hepsi de oldukça tazeydi. Sunum bana, Bozcaada'da ettiğim kahvaltıyı anımsattı. 

Any İstanbul, balıkçılarıyla ünlü Arnavutköy'de yepyeni bir soluk. Komşularından çok farklı ve corner pub şeklinde kurulmuş. Gece eğlencelerinin de uğrak yeri olduğu söyleniyor. Gittiğnizde pizza, makarna gibi klasik seçenekleri de bulabileceğiniz gibi, değişik lezzetle etler ve burgerler de Any'nin özellikleri arasında. Tatlıları günlük olarak yapıyorlar, dilerseniz yalnızca bişeyler içmeye ve Arnavutköy'ün dinginliğini yaşamaya da gidebilmeniz mümkün. 


Buranın bana anımsattığı şarkı; Whitest Boy Alive-Burning ; 

       http://www.youtube.com/watch?v=fAWurnyKZUM





DEM BEBEK 

Karaköy sokaklarından tanıdığımız alıştığımız, çayseverlerin uğrak mekanı Dem, şimdi de Bebek'te bir şube açmış, üstelik çok daha etkili ve güzel bir dekorasyonla. Bunun en sevindirici yanı da şu ki; Karaköy'deki gibi kapıda sıra beklemeye, sıra bekleyenleri bekletme endişesine burada yer yok. Menüsünde birçok değişiklik yapılmış, yiyebileceğimiz birçok yeni lezzet katılmış. 

Şehrin leziz çay evi, Bebek'teki gürültülü halden harika bir kaçış noktası olmuş. Dekorasyona gelirsek; bembeyaz koltukların üzerinde, el yapımı yastıklar, Dem'in klasikleri arasında yer alan güzel kupaların içine ekilmiş çiçekler ve son olarak da bir duvarı boylu boyunca kaplayan, Dem severlerin instagrama koymuş olduğu fotoğraflar... Geri kalan her şey bir Dem klasiği olarak yerli yerinde. 63 çeşit çayın arasından yapacağımız zorlu tercihin galibi o gün için çin çayı oluyor. Mükemmel sunumu eşliğinde gelen demlik çay, oldukça hafif geliyor bize. Yolunuz düşerse şayet, muhakkak deneyin, karnınız acıkırsa da kişlerden denemeyi unutmayın! :) 




Buranın bana anımsattığı şarkı; The xx- The İslands

http://www.youtube.com/watch?v=PElhV8z7I60



JOAN MİRó'NUN ''Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar

Önceden de Sakıp Sabancı Müze'sinde birkaç sergiye gitmiş, sergideki eserlerle beraber, müzenin yeri ve içindeki büyülü bahçesinden oldukça etkilenmiştim. Şimdi de “Joan Miró'nun ''Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisine ev sahipliği ediyor SSM.  23 Eylül 2014 – 1 Şubat 2015 tarihleri arasında Emirgan’da Sakıp Sabancı Müzesi’nde bu sergiyi ziyaret edebilirsiniz. Sergide Miró'nun akrilik resimleri, taş baskıları ve heykellerinin bulunduğu 125 eseri mevcut. Ayrıca kişisel birtakım eşyalar ve kitaplar da görülecekler arasında. Sakıp Sabancı Müzesi pazartesi hariç her gün 10:00 – 18:00 saatleri arasında açık ve çarşamba günleri müze 20:00′ye kadar açık olup; girişler ücretsiz. Giriş ücreti tam 20 TL, öğrenciler ise 10 TL.







Sergiden sonra acıkırsanız şayet, yine tavsiye edebileceğim birkaç yer var. Baltalimanındaki La Boom'da Risotto yiyebilir, hemen buranın içerisinde açılan Pizza Emirgan'da müthiş lezzetli pizzalardan deneyebilirsiniz. Derseniz ki boğaz manzarası eşliğinde bişeyler içmek istiyorum, hemen rotanızı Bebek'e geri çevirip, kahvaltısıyla da meşhur olan; ancak her şeyden önce harika bir manzarası olan Mangerie'yi tercih edebilirsiniz. Güzel bir gün olsun! :)   

22 Eylül 2014 Pazartesi

1 kitap 1 mekan :)



                                                                1 kitap 1 mekan :)

 DOĞA TARİHİ 

''Başkalarının gözleri, bizim zindanlarımız; başkalarının düşünceleri, bizim kafeslerimiz'' Virginia Woolf 

Kitabı elime alıyorum, ilk sayfayı açıyorum ve karşıma çıkan cümle bu. İlk görüşte aşk gibi ilişkimiz. Geri kalan sayfaları iyi-kötü tüm yönleriyle kabul edip, merakla okumaya koyuluyorum. Ne yazarsa yazsın kabulüm. İlk cümle vuruyor çünkü bu aralar derdimiz hep başkalarının düşünceleri, o ne der bu ne der diye kaçırdıklarımız, kaçındıklarımız... Oysa başkalarının düşünceleri, başkalarının hayatları. Bizim değil. Baş kahraman Doğa da bu dertten müzdarip; ancak o bunu kabullenip, tüm yaşamını başkalarına göre inşaa etmeye başlıyor. Kendi gözleriyle değil de başkalarının gözleriyle bakıyor dünyaya. Tek arzusu onaylanmak. Onaylanacağı şekilde davranmak, hissettiği gibi değil.  

''Doğa, şarap içmeyi sevmiyordu. Şarabın tadı içini kaldırıyordu. Doğa şarap içiyor olmayı seviyordu''  

Üstte yazdığım kitaptan alıntı cümle güzelce özetliyor aslında. Doğa onaylanmayı seviyordu. Şirkette en iyi hep o olmalıydı, en zayıf, en güzel, gözler ona doğru dönmeliydi hep, hayran bakışlar üzerinde olmalıydı. Plazada, sporda, avmde. Doğa'nın Doğa'dan güzel arkadaşı olmamalıydı. Her zaman farklı olmalıydı, en çok onun fotoğrafları beğenilmeli, bir restoranta gittiğinde en çok onunla ilgilenilmeliydi. Doğa ilk gençlik çağlarında yaptı tercihini. En sevdiği grup olan Sepultura'nın cd'sini alıp dinlemek yerine, son parasıyla Sepultura yazılı t-shirt'ü almayı ve Sepultura dinlediğini tüm insanlara göstermeyi seçtiği gün, asıl seçimini yapmıştı. Artık olduğu gibi görünmeyecek, yalnızca göründüğü gibi olacaktı ve dinlemek yerine, dinlediğini göstermeye çalışacaktı. Bu onaylanmanın ilk kuralıydı. 

-meli -malı ekleri hep sıkıntı vermiştir bana. Bundandır ki kitaptan fazlaca etkilendim. Bişeyi böyle böyle yapmalı, böyle böyle etmeli diye sınırlandırmak oldukça anlamsız. Tek doğru olmadığı gibi, herkesin gerçeği de kendine. Olması gereken diye bişey yok, olması gereken zaman buydu diye bişey de yok. Herkes hayali neyse onun peşinden koşmalı, kim ne der diye düşünmeksizin. Uzun süredir üzerine düşündüğüm yegane konu bu. Benim gerçeğim, benim doğrum. Başka kimi ilgilendirir ki ? Yalnızca paylaştığımız kadarına vakıf olabilir insanlar.

Son olarak Tezer Özlü'nün bir sözünü hatırlıyorum. ''Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil'' 

Kitabı herkese tavsiye ederim bu arada, keyifle okunuyor :)




RAFİNE ESPRESSO BAR 

İstanbul öyle kalabalık ki. Ağzına kadar dolu bir şişeye benzetiyorum bazen. İçinde sıkışıp kalmamak imkansız. Metrobüs ve metroya binmek zorunda olduğum günlerde; bu şehrin içinde boğuluyorum sanki. İnsan güruhu üzerime üzerime gelirken ne huzurdan eser kalıyor, ne de hümanistliğimden :) 

İşte böyle bir günde, az insan, çok müzik, belki biraz da kahveye ihtiyaç duyuyor insan. Böyle bir anda, Kadıköy'ün belki de en kalabalık yeri Zeplin'in hemen karşısındaki Rafine Espresso Bar'ı görüyorum. Üç dört masalık ufacık bir yer. Hemen oturup filtre kahve ve browni söylüyorum. Oturduğum yerin karşı duvarında Sylvester Stalonne çizimi. Adeta onunla içiyoruz kahvelerimizi, sonra ben kitabıma dönüyorum. Derken siparişlerim geliyor. Beklentim yüksek değil; ancak browniden bi çatal aldıktan sonra dağılan dikkatim, yayılan lezzet beni de oldukça şaşırtıyor. Sonradan sebebini öğreniyorum. Cafenin sahibi esasında aşçı; hemde ünlü şef Batuhan Piatti'yle çalışmış, birçok yerde daha onun imzası bulunmakta. Bu yüzden de tatlıların enfes olması çok doğal. Tüm tatlıları içerideki küçük mutfakta kendisi yapıyormuş. Cheesecake, tiramisu, balkabaklı cheesecake ilk aklımda kalanlar. 

Mekan üç haftalık taze bi' yer. Hep tatlılardan bahsettim; ama kahve çeşitleri de enfes. Zaten asıl olarak kahveye ağırlık vermişler. Kadıköy'de yaşayanlar veya oradan geçenler için de self servis şeklinde karton kutuda kahvelerini almaları için uğrak bir mekan olmuş bile Rafine. Uğrayın derim! 


Buranın bana anımsattığı şarkı; 

Depeche Mode- Strangelove

 http://www.youtube.com/watch?v=JbWj951Bt2U